POLİTİK PSİKOLOJİ AÇISINDAN “GERÇEK” VE “ŞİMDİ” İLE KALMANIN ÖNEMİ

Dün akşam sosyal medyada, bir televizyon programında bir konuğun sarf ettiği sözlere rasgeldim. Demiş ki: “15 Temmuz içimizde kaldı, yapamadık istediklerimizi, boş bulunduk. Yanlış anlaşılmasın ama bizim aile şöyle bir 50 kişiyi götürür.” Tabi yine sosyal medya tepkilerinden görüyoruz ki bu sözlerden sonra birçok insanda öfke, kaygı ve güvensizlik arttı. Pandemi ile zaten gerilen toplumun güvende hissetmeye ve gerçekle kalmaya ihtiyacı var. Böyle olmadığı müddetçe toplumsal ayrışmaya, yeni bireysel ve toplumsal travmalar yaşamaya çok daha açığız demektir.

Zihnimizdeki Gerçek

Biz çoğu zaman davranışlarımızı ve düşüncelerimizi gerçeğin yönettiğini zannederiz. Oysa yanılıyoruz, bizim gerçeğimiz sadece kendi zihnimizdeki gerçektir. Zihnimizde dış gerçeklikteki her şeyin zihinsel bir temsili vardır. Bu her birimiz için farklıdır ve normaldir. Ancak bazen zihnimizdeki gerçek ve dış gerçeklik birbirinden çok uzaklaşır, işte bu boşluk tehlike arz edecek ve fantezilerimiz bizi ele geçirecektir. Hele ki bir de dış gerçeklikten uzaklaşanların peşinden kitleleri sürükleyen kişiler olduğunu düşünün.

Travmaların Uzun Vadeli Etkileri

Bir travma yaşadığımızda -eğer sonradan çözümleyemezsek- bunun etkileri uzun vadede bedenimizde ve zihnimizde kalır. Bunu dillendirmesek ve bununla ilgili düşünmesek bile travmayı tetikleyen herhangi bir uyaran ile karşılaştığımızda sinir sistemimiz -aynı o ana gerisingeriye gitmiş gibi- gerilir. Böylece mevcut duruma (geçmişte kalan travmatik durumla hiçbir alakası olmamasına rağmen) aynı geçmişteki gibi tepkiler veririz. Zaman çökmesi olur. Örneğin, geçmişte şapkalı ve iri bir adam bize zarar vermiştir. Olay hafızamızdan silinmiştir ancak benzer bir adam gördüğümüzde -bize zarar verme niyeti olmasa da- gerçekdışı bir şekilde ondan hoşlanmayız. Oysa bu adamı elimizdeki mevcut bilgilerle, üst korteksle değerlendirsek belki de ona sempati duyacağız.

Toplumsal Travmalar

Bireysel travmalarımız gibi toplumsal travmalarımız da var. Hatta bizim bizzat deneyimlemediğimiz ancak geçmiş nesillerin deneyimlediği travmaları da kolektif belleğimizde ve sinir sistemimizde taşıyoruz. Bireysel olarak tanımadığımız ancak sırf farklı bir etnik gruptan, ideolojiden, görünüşten vs. olan insanlara karşı önyargılı oluşumuz belki de bu sebepten. Normal zamanlarda bu toplumsal travmalar ortaya çıkmasa dahi, kriz durumlarında çıkmaya meyilliler. Vamık Volkan bir toplum tarafından paylaşılan ve yüzyıllarca kış uykusuna yatabilen bu travmalara “seçilmiş travmalar” demiş. Toplumsal psikolojide seçilmiş travmalarla aynı etkiyi, olumlu duygularla yaratabilen “seçilmiş zaferlerimiz” de var tabi ki.

Seçilmiş Travmaları Tetiklemek

Şu anda küresel bir salgın ile boğuşuyoruz. Bu gibi süreçlerde toplumsal travmalarımız kolayca tetiklenebilir. Özellikle psikolojik açıdan daha ilkel düzeyde olanlarımız propagandaya daha açık olurlar. Böyle bir durumda korkarım ki radikalleşme, ayrışma, gruplaşma gibi bütünlüğümüzü tehdit eden durumlarla yüz yüze gelebiliriz. Seçilmiş travmalar bazen siyasetçiler tarafından uyandırabileceği gibi, bazen de küçük bir kıvılcım ile başlayıp domino etkisiyle topluma yayılabilir. O yüzden özellikle pandemi döneminde herkes sorumluluk alıp, hassas davranmalı.

Örneğin, yakın zamanda ulusal eğitim sisteminin bir parçası olarak internet üzerinden sunulan bir tarih dersinde merhum Adnan Menderes’in idam sahnesine ait bir betimleme gösterildi. Adnan Menderes’in idamının, bir kesim için seçilmiş bir travma olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Birkaç dakikalık bu görüntü seçilmiş bir travmayı tetiklemiş bile olabilir. Böylece geçmişte liderlerini acı bir şekilde kaybetmenin verdiği korku ve öfke canlanıp mevcut lideri kaybetme korkusu ve bunu izleyen “öteki”ne duyulan yoğun bir öfkeye dönüşebilir. Açıkçası televizyon programındaki konuğun sözlerini dinleyince ilk bu aklıma geldi.

Konudan Uzaklaşmadan “Şimdi” yi Konuşabilmek

Mevcut durumla ilgili bilgi almak için bir siyasetçinin veya yorumcunun konuşmasını dinlediğim birçok zaman konuyla alakasız şeyler duyuyorum. O konuya yüzeysel bir değinildikten sonra geçmişteki mağduriyetlere vurgular yapılıyor, bu konunun suçlularıyla ilgili –genellikle- kanıt olmadan yargıya varılıyor ve ben kendimi tam manasıyla kaybolmuş hissediyorum. Mevcut meselemiz neydi bizim?

Zaten travmatize olmuş bireylerin akıllarında mevcut durumun çözümü ile ilgili kendilerine düşenlerden ziyade anahtar kelimeler, semboller, düşmanlar, zaferler vb. kalıyor. Geçmiş, şimdi ve gelecek karışıyor. Elbette geçmişi hatırlamak ve ders almak gerekir. Yine de geçmişin ve korkularımızın bizi yönetmesine izin vermemeliyiz.

Kötü Kim?

Pandemi sürecinde kötü olan tabi ki Covid-19. Fakat gözümüzle göremiyoruz. Eğer bu süreçte bunu tolere edebilecek bir ruhsal olgunluğumuz yoksa kötüyü dışarı yansıtabiliriz. Örneğin, Trump kötüyü virüsten öte Çin yapmış durumda. Dezenfektan maddelerini içip içimizi temizleyelim diyen de aynı Trump. Bu sefer de zekice içini iyiyle yıkamayı düşünmüş anlaşılan. Bizim siyasilerimizin de durumu -bu kadar trajik olmasa da- benzer bir görüntü veriyorlar bana.

Kurban-Zorba-Kurtarıcı Döngüsü

Diane Zimberoff “Kurban Tuzağından Kurtulmak” kitabında kurban-zorba-kurtarıcı döngüsünden bahseder. Buna göre döngüde olanlar her bir role farklı zamanlarda girerler. Bir zorba kurbana kötülük yapar. Kurbanı kurtaran bir kurtarıcı vardır. Zorba bir süre sonra kendisini kötü hissedip kurtarıcıya, kurban zorbaya, kurtarıcı ise kurbana dönüşür. Ben bu döngünün hem bireylerin iç dünyasında hem kişiler arasında hem de toplumlarda yaşandığını düşünüyorum. Bu döngüden kendimce “Travmatik Ülkenin Mağdur Kahramanları” adlı yazımda bahsetmiştim.

Bu dinamikler pandemi süresince de oldukça aktifler. Bazen kendi kurban durumunda oluşumuz öyle kötü hissettiriyor ki, ötekine zorbalık yapmaya hak buluveriyoruz. En başta bahsettiğimiz programa konuk olan kişi de 15 Temmuz gecesi olan travmasından ve kurban durumunda oluşundan bahsederek ileride benzer şeyler olma durumunda 50 kişiyi götürebileceğinden bahsediyor.

Güven Meselesi

Anne-babasının tartıştığını, birbirine hakaret ettiğini duyan ve dehşeti iliklerine kadar hisseden bir çocuğu düşünün. Bu çocuğun ilk hissedeceği şey dehşet ve güvensizliktir. İşte siyasetçilerin mevcut konularla kalamayıp birbirlerine saldırmasını izleyen toplum da dehşet ve güvensizlik hisseder. Toplumdaki bireyler kendi içlerinde bile güvende hissetmeyince dışarıdakiler bu ülkeye nasıl güvensin…

Bir süre önce hükümet bir yardım kampanyası başlattı. Bu süreçte devletimizde yeterli bütçe olmayabilir, milletin desteğine ihtiyacı olabilir. Mevcut durumla baş etmek için ne gerekirse yapılır elbet. Ancak dikkatimi çeken şuydu; bu kampanya açıklanmadan hemen önce en yetkili ağızdan Tekalif-i Milliye emirleri okundu. Kurtuluş mücadelemizi hatırladığımızda hala içimiz titrer. Kurtuluş Savaşı ve mevcut pandeminin birçok ortak noktası da olabilir gerçekten. Fakat milletin yardım kampanyasına destek vermesi için sadece gerçekleri duyması yetmez miydi? Geçmiş travmaların, seferberliklerin hatırlatılması elzem miydi?

Devletin milletten yardım istemesine gelirsek; elbette bu halk için korkutucu bir mesele. Bizi koruyacağına, bize maddi destek vereceğine inanmaya ihtiyacımız olan bir yapının bizden yardım istemesi –özellikle maddi yardım- güven kaybı yaratıyor. Zihnimizdeki “tümgüçlü” devlet algısına zarar veriyor.

Normalleşme Sürecinde Gerçeğin Önemi

Bu dönemde gerçeğin konuşulup ve “şimdi”de kalınmasına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Araştırmalara göre belirsizlik durumlarında öteki olan herkese/her şeye zarar verme riskine daha çok giriyoruz. Salgın konusunda elimizdeki bilimsel gerçekler oldukça az sayıda olduğu için yöneticilerin, siyasilerin, ünlülerin ifadeleri toplumun davranışlarında belirleyici olabiliyor. Başlangıçta tuzlu su ile gargaranın virüsü yok edeceğine bile inanmıştık mesela!

“Normalleşme” sürecinin ifadesi bile algımız konusunda etkili. Eski normale dönmemiz özellikle kırılgan durumdaki insanlarımız için risk oluşturuyor. Bunun böyle olmaması gerektiğini biliyoruz diyorsunuz içinizden. Ancak söz konusu “bilme”den “yapma”ya gelince işler değişiyor. Bizim toplumumuzun çoğunda ne yazık ki sorumluluk bilinci yok, görev bilinci var. Yani sınırlar net koyulmadığı müddetçe esnemeye meyilliyiz. Ben burada daha çok sınır koyalım demiyorum; toplumun gözü önünde olanların ifadelerinin ve davranışlarının bilimsel gerçekler ve mevcut durum ile kalması gerekir diyorum. Çünkü böyle olunca belirsizliğin getirdiği riskleri en aza indirgemiş ve seçilmiş travmalarımızın bizi yönetmesine izin vermemiş oluruz.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s