Bu iki kelime yakın zamanda polis şiddeti sonucu ölen George Floyd’un ve bundan altı yıl önce yine aynı sebepten vefat eden Eric Garner’ın son sözleriydi. Floyd’u öldüren malum polis beş gün boyunca suçlu bulunmadıktan sonra şimdi üçüncü derece cinayetten yargılanıyor. Bu duruma Afroamerikanlar başta olmak üzere kendilerini eşit hissetmeyen yüzlerce insan tarafından, karakolların ve polis araçlarının yakılması, mağazaların yağmalanması, beyaz sarayın etrafının çevrilmesi vb. gibi şiddet eylemleriyle tepki gösterildi, olaylar halen devam ediyor.
Bundan 244 yıl önce Amerika’nın Bağımsızlık Bildirgesi’nde geçen “Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır.” cümlesi Amerikan halkı tarafından dışa karşı gururla taşınıp tabir-i caizse “satılsa” da belli ki bunu psikolojik manada içselleştiremediler. O yıllarda tarım odaklı kazançtan sanayileşmeye geçilmesi için köleliğin kaldırılması önemli bir aşamaydı. Köleler yerine düzenli ama çok az maaş ile çalışacak işçilere ihtiyaç vardı. Tüm sorumluluğu alınmış ve düşük katma değerli tarım ürünleri üreten kitleler yerine, ihtiyaç duyulduğu kadar hizmeti satın alınan ve bunun karşılığında ürettiği değere oranlı cüzi bir ücretle çalıştırılan işçi sınıfı endüstriyelleşmeye ve dolayısıyla kapitalist sisteme geçişte o dönem için en önemli unsurdu.

Yani köleliğin kaldırılması sadece insan haklarına değil, yeni kurulacak ekonomik düzene de hizmet eden bir hamleydi. Tamamen Birleşik Devletlerin kontrolünü ele geçirmek için yapılmış olan Amerikan İç Savaşı’nda Birlik (Kuzey) köleliğin kaldırılmasını bir propaganda aracı olarak kullandı ve köle halkı savaşa çekti.
Birliğin Konfederasyon’a üstün gelmesi ve köleliğin kaldırılmasına dair ilk adımların atılmasıyla köle halkın yıllardır içinde biriktirdiği çaresizlik ve mağduriyet kaynaklı öfke usta psikopolitik bir hamleyle bastırıldı. Çünkü eski efendileri aslında tamamen hegemonyalarını korumak için yaptıkları bu mücadeleyi sanki onların özgürlüğü için yapmış gibi yansıttılar ve savaşta verilen kayıpların köle halkın üzerinde bir suçluluk duygusu yaratmasına sebep oldular. Zalim efendiler kurban haline geldiler.
Bunun yanında herkesin eşit olacağına dair vaatleriyle birlikte şimdiki Amerika’nın temellerini atma konusunda siyahi halkın tam desteğini almış oldular. Yıllar önce zorunlu göç ile anavatanlarından koparılanlar yeni bir vatan bulmanın ve bir yere ait olabilme ihtimalinin verdiği heyecanla yaralarını sarmayı umdular.
Ancak bu eşitlik mevzusu hiçbir zaman gerçekten içselleştirilemedi. İnsanoğlu hak etmediği halde bir şeyi belirli bir süre elde ettiği zaman artık onu hak ettiğine inanır. Buna “hak edilmişlik duygusu” denir. Kendilerini yıllarca üstün olarak görmüş “efendi beyaz”lar narsisistik üstünlük duygularını bastırmaya çalıştılarsa bile olmadı. Bir zamanlar insan olarak bile görmedikleri, aşağıladıkları siyahiler ile eşit olmaları demek kendilerini de değersizleştirmeleri demek olurdu! Yine de bununla baş etmek için tam ters bir savunma mekanizması kullanarak “demokrasi”, “eşitlik” gibi kavramları çokça ön plana çıkardılar. Ancak gerçek ve sindirilmiş bir eşitlik için önce kurban durumunda olanın kurbanlığının onanması ve ona empati duyulması gerekir. Aralarında böyle bir hesaplaşma olmadan ancak halklar yıllarca eşit-miş gibi oldular.
Aradan geçen 244 yıla rağmen ve siyahilerin birçok alanda başarı hikayeleri olmasına karşın siyahiler hala insani ve kurumsal bağlamda eşit koşullara sahip değiller. Para, iş, sağlık, yaşam alanı ve sosyal ilişkiler konusunda dezavantajlılar. Pandemi ile birlikte zaten tetiklenen geçmiş travmaları bir yana, bir de sağlık hizmetlerine diğerleri kadar ulaşamıyor ve işsizlikle boğuşuyorlar. Bütün bunları deneyimlerken gencecik bir siyahinin polisin dizi altında “Nefes alamıyorum.” cümlesi kulaklarında yankılandı. Covid-19’dan dolayı zaten var olan ölüm korkuları bu cümle ile bambaşka bir boyut kazandı. Dikkat ederseniz “Nefes alamıyorum.” cümlesi pandemiden dolayı ölenlerin kurduğu bir cümle. Yani nefes alamama korkularıyla aylarca yaşayan veya bu sebepten sevdiklerini kaybeden insanlar, George Floyd’u “nefesini keserek” öldüren polise ve devlet kurumlarına “kötü” olan ne varsa yüklediler. Diyorlar ki:
“Öfkeliler ve bunu durdurmanın bir yolu var. Polisleri tutuklayın. Polisleri cezalandırın.”

Altı yıl önce de yine polis şiddetinden nefes alamayarak vefat eden bir başka siyahi Eric Garner’ın ve diğer kurbanların da acısı şimdi çıkıyor. Amerika’daki dezavantajlı kesimin seçilmiş travmaları canlandı ve birden içlerindeki yıkıcılık kendini gösterdi. Erich Fromm kaygının ve yaşamın engellenmesinin yıkıcılık yaratacağından bahseder. Hatta yaşam dürtüsünü ne kadar baskılarsak yıkıcılığın gücünün de o oranda artacağını ekler. İşte Amerika’da siyahiler için son derece kaygılı bir süreçti. Evlerinden çıkarken ya da sevdiklerinden ayrılırken onları bir daha görüp göremeyeceklerinden emin olamıyorlardı. Şimdi ise kendilerini, başkalarını cezalandıracak kadar haklı ve mağdur hissediyorlar. Diyorlar ki:
“Burası siyahiler için özgür bir yer olmadı ve biz yorulduk. Yağmacı sizsiniz, Amerika siyahi halkı yağmaladı. Buraya ilk geldiğinde yerlileri yağmaladı. Yağmacılığı sizden öğrendik.”

Peki neden bu yıkıcılık şimdiye kadar yüksek düzeyde kendini göstermedi? Öncelikle daha önce bahsettiğim gibi pandemi döneminde ölüm korkularının tetiklenmesi, eşitsizliklerinin bariz bir şekilde ortaya çıkması, hayatta kalma mücadelesini acı bir şekilde vermeleri ve son dönemde yaşanan polis şiddeti şimdiki başkaldırıyı tetikledi. Ayrıca nefes alamayarak ölen Floyd, belki pandemiden ölen sevdiklerini; onu öldüren polis ise devleti temsil ediyordu. Ancak benim değinmek istediğim bir başka husus da var: aidiyet duygusu. Birçoğunun ataları geçmişte anavatanlarından kopartılıp zorunlu göç ile Amerika’ya getirilmişti. “Amerika hepimizin” gibi sloganlar eşliğinde Amerika’ya ait hissetmeye çalıştılar. Çünkü ellerinde ait hissedecek ve bağlantılı olabilecekleri bir tek burası vardı. Ancak sözler veya anayasada yazılanlar insani ilişkilere, derin duygulara ve niyetlere yansımadı. Ne kastettiğimi daha iyi anlatmak için N. Hannah Jones isimli bir yazarın kendi hikayesinin bir bölümünü sizinle paylaşmak istiyorum.
“Küçük bir çocukken okulda öğretmenimiz atalarımızın toprağı ile ilgili kısa bir yazı yazmamızı ve ulusumuzun bayrağını çizmemizi istedi. Amacı Amerika’nın çok uluslu olan insanların kaynaştığı bir yer olduğunu göstermekti. Ödevi duyduğum anda sınıftaki diğer siyahi kız ile göz göze geldik. Kölelik bizim Afrika Ülkesi ile olan bağlantımızı kesip atmıştı. Cevaba bütün Afrika kıtası diye yazsam bile Afrika’nın bir bayrağı yoktu. Bu durum bile sınıftaki iki siyahi kız ile diğer beyaz çocukların arasındaki uçurumu anlatmaya yeterdi. Sonunda öğretmeninim masasına gittim ve önüme gelen herhangi Afrika ülkesini seçtim.”
Bu yazıyı yazan kişinin babasının (siyahi bir işçi) evlerinin balkonundan Amerikan bayrağını eksik etmediğini ve Amerikalı olmaktan gurur duyduğunu da ekleyeyim. Aynı annesini kaybeden ve bunun acısını yaşayan bir çocuğun sorgulamadan bir ötekine bağlanma ihtiyacı duyması gibi… Buna başka türlü bir örnek de Michael Jackson olabilir. Şarkılarında yaşadıkları zulümden bahsetse de sağlığından feragat ederek siyahi olan ten rengini beyaza çevirmişti.
Şu anda Amerika yıllardır kurban durumunda olanların zorbaya dönüşmesiyle birlikte kaosu yaşıyor. Kuralların kişiden kişiye göre değişmesiyle birlikte ezilen halkın artık yönetime güveni kalmadı. Hukuk ve adalet sistemlerine güvenmedikleri için haklarını kendi yöntemleriyle arıyorlar. Kurumsal şiddete karşı kendi haklarını korumaya çalışma hali, yılların verdiği travmatik birikimle birlikte onları diğerlerine empati duymaktan alıkoyuyor. Trump’ın da bu insanlara empati duymayacağı kesin. Fakat benim asıl ilgimi çeken bu kişilerin sadece Amerikan yönetiminden değil halkın ve resmi-gayri resmî kurumların tümünden beklentileri olması. Diyorlar ki:
“Targetin yakılması umrumda değil çünkü Target bizimle beraber sokağa çıkıp adalet çağrısında bulunmalıydı. Eğer siz insanların savunmasına gelmiyorsanız gençler ve diğer insanlar sizin para ödediğiniz kişilerce hüsrana uğratılıp kışkırtılırken bize meydan okumayın.”
Yine ünlü hactivist grup Anonymous: “Ancak bu suçu işleyen polis memurunu savunmak için ayakta duran ve hiçbir şey yapmayan polis memurlarına ne diyeceksiniz?”
Yani artık yeni dünyada “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.” deyimi işlevini kaybediyor. Adaletsizliği veya haksızlığı gördüğümüzde o anda sussak bile dönüp dolaşıp yine bizi buluyor. Çünkü denklemin neresinde olursak olalım herhangi bir gruba ayrıcalık tanıyan veya bir grubu değersizleştiren bir yapı sağlıklı bir yapı değildir ve er geç dağılmaya mahkumdur. Çünkü kurban durumunda olan er geç zorbaya döner.
Şu anda ortada dönem dönem yapılan protestolardan daha farklı bir durum var. Bu seferki talep ve tenkit edilen şey sadece bir gruba yönelik değil, tüm sistem ve kurumlara yöneltilmiş durumda. Tabi ki sorunun çözümü de bazılarının iddia ettiği şekilde birkaç tane polisin tutuklanması veya bir polis departmanın özür dilemesi değil. Asıl talep siyahiler merkezinde yıllar boyunca Amerikan rüyasının içine işlenmiş olan her türlü ayrımcılığın sona erdirilmesi. Bugün adalet isteği ile çıkılan yolda yarın istekler eşit iş, eşit maaş, temel sosyal hakların ücretsiz verilmesine kadar evrilecektir. Amerika çok uzun zamandır böyle bir toplumsal uzlaşı talebi belki de fırsatı bulmamıştı.
Michael Jordan ne güzel demiş:
“Birbirimizi dinlemeliyiz, şefkat ve empati gösterin; asla anlamsız vahşete sırtımızı dönmeyin. Adaletsizliğe karşı ve barışçıl isteklerimizi dile getirmeye devam ettirmeye ihtiyacımız var. Birlik olan sesimizle liderlerimize baskı yapıp kanunları değiştirmeliyiz. Oylarımıza sistemin değiştirmek için ihtiyacımız var. Hepimiz çözümün bir parçası olmalı ve adalati sağlamak için birlikte çalışmalıyız.”
Kategoriler:Genel