Lise yıllarımda kendimi iyi hissetmediğim zamanların uğrak yeriydi Ayasofya. Bana ilham veren ve keşfetme duygumu tetikleyen bir yapıydı. Bahçesinden girdiğim andan itibaren kendimi bir zaman yolcusu gibi hissederdim. Bana binlerce yıllık hikayeler anlatan ama her defasında söyleyecek yeni bir sözü de olan, tam anlamıyla zamanın büküldüğü bir mekandı Ayasofya. Bugün geriye dönüp baktığımda hislerimde yalnız olmadığımı düşünüyorum. Böyle canlı ve büyülü bir yapının varlığı özellikle gençlerin ve çocukların, yaşadıkları şehirle bütünleşmeleri, tarihsel merak, ilham ve üretkenlik açısından çok kıymetli.
Tarih bize göstermiştir ki büyük fetihler büyük dönüşümleri getirir. Liderler fethettikleri yerlerdeki kutsal mekanları dönüştürerek kendi inanç ve/veya güç simgeleri yaparlar. İslami görüşe göre Âdem Peygamber tarafından temelleri atılan ve sonrasında İbrahim ve İsmail Peygamberler tarafından inşa edilen Kâbe bile Müslümanların fethinden önce putlarla doluydu. Yine Davut Peygamber’in temellerini attığı ve Süleyman Peygamber’in tamamladığı Kubbet’üs-Sahra ya da başka bir deyişle Süleyman Mabedi birçok kez el değiştirmiş ve farklı inançların ibadet yeri olmuştur. Hristiyanlar tarafından ele geçirildiğinde kuşbakışı haç şeklinde görünmesi için eklemeler yapılan yapı, Müslümanların eline geçince yeniden eklemeler yapılarak dikdörtgen şeklini almıştır. Fatih’in Konstantinopolis’e girer girmez Ayasofya’da namaz kılması, hatta Ayasofya’yı fethin sembolü yapması bunun bir diğer örneğidir. Fatih Sultan Mehmet Han Ayasofya’ya kendine ait olan değerleri (İslamiyet, Osmanlı soyu gibi) yüklemiş ve bu halk tarafından da benimsenmiştir. İstanbul’un fethi Orta Çağ’ı kapatacak kadar büyük ve önemli bir tarihsel olgudur ve Ayasofya bunun sembolüdür.

Rivayetlere göre Ayasofya’yı inşa ettiren Doğu Roma İmparatoru Justinyen Ayasofya’nın yapımı bittikten sonra karşısına geçip “Seni geçtim Süleyman!” demiştir. Yahudilerle arasının pek iyi olmadığı bilinen Justinyen Ayasofya’yı Süleyman Mabedi’nin yapılış zamanından çok daha hızlı bir zamanda bitirmiş ve büyüklük olarak da zamanının en büyük yapısını inşa etmiştir. Konuya psikanalitik açıdan bakacak olursak, Justinyen’in sembolik babayı –Musevi Peygamber Süleyman- geçip büyüklüğünü dünyaya bu şekilde ilan ettiğini ve güç gösterisi yaptığını söyleyebiliriz. Ayasofya hem Justinyen’in Süleyman’ı hem de Hristiyanlığın Yahudiliği geçme fantezisinin vücut bulmuş haliydi. Ve sonraki bin yıl boyunca onun ulaştığı seviyeyi geçebilecek başka bir yapı inşa edilemedi. Liderlerin birçoğu bu tarz yapılarla güçlerini simgeleştirerek geleceğe taşımak istemişlerdir. Hatta Hitler bile -yapmaya fırsatı olmasa bile- ünlü mimarı Albert Speer’e Alman ırkının dünyadaki diğer tüm ırkların efendisi olduğunun göstergesi olsun diye “Volkshalle” denilen muazzam kubbeli bir yapı tasarlatmıştır. Bu yapı Eiffel kulesini içine alabilecek yükseklikte bir kubbeye sahip olacaktı. Nitekim böyle rekabetler ve güç gösterileri dünyada çok değerli yapıların inşasına vesile olmuştur.
Şu sıralar Ayasofya’nın müze statüsünün değiştirilmesi konuşuluyor. Anlaşılan o ki bu konuda bir yol ayrımındayız. Ya 1935 yılında müzeye dönüştürülen yapı tekrar camii statüsüne getirilecek ya da mevcut statü korunacak. Ayasofya’nın statüsü değiştirilse halkın küçümsenmeyecek bir kısmı tarafından uzun yıllardır dile getirilen bir talep karşılanmış olacak. Uğruna şiirler, şarkılar yazılan ve bir kesim tarafından müze statüsüne getirilmesinin yası tutulan Ayasofya camiye çevrildiğinde ümmetçi ve milliyetçi duygular tatmin edilmiş olacak.Diğer taraftan da statünün camiye dönüştürülmesi halinde çok ciddi bir turizm gelirinden mahrum kalınacak, evrenselleşmiş bir değer daha yerel bir değere evirilecek.
Elbette Ayasofya Türkiye’nin egemenlik alanındadır ve statüsüne de Türkiye karar verecektir. Bunu istediği zaman yapabilir. Fakat Ayasofya konusundaki sosyal medya tepkilerine baktığımda “zihin teorisi”nden yoksun tavırlarla çokça karşılaştım. “Zihin Teorisi” kısaca bir diğerinin zihinsel durumlarını anlayabilme becerisidir. Yani İstanbul’un Osmanlı’nın eline geçmesi bizim için “fetih” iken, diğer taraf için “işgal” olabilir. Diğer taraf işgal diye adlandırdığında bunu saldırgan bir tavır olarak yorumlaya gerek yoktur. Aynı şekilde bizim için Ayasofya fethin sembolü iken, diğeri için kendi inancının ulaştığı mertebenin bir sembolü olabilir. Farklı açılardan bakmak gerçeği değiştirmez. Gerçek ise Ayasofya’nın bizim topraklarımızda ve egemenliğimiz altında olduğu ve fakat bir yandan da tüm insanlığın ortak değeri olduğudur. Nitekim Fatih Sultan Mehmet bile Ayasofya’yı aldığında rölyeflere, dini motiflere, mezarlara, Hristiyanlık ritüelleri için kullanılan mekanlara zarar vermemiş, yok etmek yerine üzerlerini kapatmayı tercih etmiştir. Fatih isteseydi Ayasofya’dan ve bütün İstanbul’dan Bizans izlerini ve kimliğini silebilirdi ama yapmadı. Osmanlı Devleti’nin genel olarak ortak sembollere saygılı olduğunu bir kez daha görüyoruz.

Bireyler gibi toplulukların da hassasiyetleri ve travmatik geçmişleri vardır. İstanbul’un fethi Osmanlı’nın mirasçıları Türkler için seçilmiş bir zafer iken kendilerini Doğu Roma’nın mirasçısı olarak gören Yunan halkı için seçilmiş bir travmadır. Ayasofya iki dinin farklı açılardan baktığı ortak bir noktadır. İki halkın da halen yas tuttuğu geçmişiyle olan bağlantı nesnesidir. Dolayısıyla her iki halkın bireylerinin kendi kimlik algılarıyla bağlantılıdır. Konu bu kadar hassasken atılacak adımların da hassas olması gerekir. Yunan halkının seçilmiş travmasını canlandırmak onların İstanbul’un fethinden sonra kaybettikleri toprakları geri alma ülküsü olan “Megali idea” fantezisine hizmet eden bir davranış olur. Çünkü Yunan halkının bu bağlamda yaşadığı travma çok büyüktür ve acıyı azaltmak için Yunan Milliyetçiliği bu fantezi ile beslenir. Ayasofya’nın statüsü ile ilgili tartışmalar başladıktan sonra Limasol’daki Köprülü Camii’ye molotofla saldırılması, Larnaka’daki Tuzla Camisi’nin duvarına Bizans Bayrağı asılması bu fantezinin eyleme dökülme örneklerindendir.
“Megali İdea” pratikte gerçekleşmesi imkânsız olan fantastik bir ülküdür. Ancak Ayasofya sadece Yunan halkı için değil dünyadaki Hristiyanlar için de ruhani bir semboldür. Yukarıda bahsetmiş olduğum gibi Musevilerin mabedini geçen ilk mabettir. Yunan yetkililer İstanbul’un fethinin yıldönümünde Ayasofya’da Kuran okunmasının Ayasofya’nın anıtsal karakterini değiştirme yönünde ve tüm dünyadaki Hristiyanların dini duygularına bir tepki uyandırmak için yapılan kabul edilemez bir girişim olarak nitelendirdiler. Yapılan bu açıklama Yunanlıların Hristiyan dünyasının bu olaya bir Haçlı bakış açısı ile yaklaşmalarını istediğini gösteriyor. Bu gerilim halklar arası ve dinler arası başka gerilimlere sebebiyet verebilir. Örneğin, dünyanın herhangi bir yerinde var olan camiiler ve Müslüman cemaat zarar görebilir. Durumla hiç alakası olmayan bireyler –sanki Ayasofya’nın statüsünün değiştirilmesinden onlar sorumluymuş gibi- nefret söylemleri ve tavırlarına maruz kalabilir. Yani Ayasofya’nın statüsü değiştirilirse yıllar süren uluslararası ve çok boyutlu kazanımları yerel ve politik kazanımlarla değiştirmiş oluruz.
İslamiyet, Hristiyanlıktan farklı olarak metaya çok fazla anlam yüklemeyen bir dindir. Yani İslamiyet için mekândan ziyade (Kâbe ve Mescid-i Aksa’yı hariç tutarak) cemaat ve ibadetin içtenliği önemlidir. Ne yazık ki, kapitalizmin öncülük ettiği materyalist yaklaşım dine bakış açısını da etkiledi. Kabe’nin etrafında yapılan oteller, ihtiyaç duyulanın çok ötesinde lükse sahip ibadethaneler ve yapılan ibadetin olabildiğince aleni yapılması üzücü örneklerdir. Başka bir örnek Sultanahmet meydanında yapılan bir sahur programında binlerce kişinin hatibi dinleyerek ağlarken sadece onlarca (hatta daha az) kişinin vakit gelince kalkıp cemaate iştirak etmesidir. Sayın Erdoğan’da konuyu şöyle özetlemişti: “Sultanahmet’i bir doldurun ondan sonra ona bakarız. Bak şimdi Büyük Çamlıca Camii’ni yaptık. 4 tane 5 tane Ayasofya eder. O kadar büyük. 60.000 kişiyi alabilecek kapasitede. Ve Anadolu Yakası’nda tüm İstanbul’da ve Türkiye’de en büyük camii oldu. Buyurun mesele o değil. Bu işin siyasi boyu var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, Ayasofya’yı dolduralım diyeceksin. Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgâh.” Nitekim Ayasofya’da ibadet etmek isteyenler için bir ibadet alanı mevcut. Yani isteyen herkes Ayasofya’da namaz kılabilir, dua edebilir.
Yukarıda bahsedilenlerin ötesinde, henüz iki yıl önce en yetkili ağız tarafından anlamsız bir talep olarak nitelendirilen Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi hususu bugün neden onca acil gündem (Covid-19, global ekonomik kriz, toplumsal kutuplaşma vb.) arasından sıyrılarak ülkenin en çok tartışılan gündem maddesi oldu? Bu soru cevabını da içinde taşıyor aslında. Ülke belli açılardan oldukça zorlu bir süreç geçirirken, mevcut iktidarın kontrolü dışında gelişen bu süreçlerin seçmen tercihi üzerindeki etkisini azaltmak için bir tür gerçeklikten kopuş olduğunu düşünüyorum. Yani insanlar hayatımızı doğrudan etkileyen sorunlara odaklanıp bunlara çözüm üretmek yerine mevcut durumda bir sorun olup olmadığı bile tartışmaya açık olan bir konuda tüm enerjilerini tüketerek daha yönetilebilir hale geliyorlar.
Tekrar gerçeği hatırlayalım, Ayasofya bizim egemenlik alanımızda ve istediğimiz zaman, uygun gördüğümüz şekilde kullanma hakkına sahibiz.
Kategoriler:Genel