“Bir Başkadır” Bizim Hikayemiz

Toplumsal yapımız açısından bir Truva Atı gibi tanımlanan Netflix bugünlerde sanki tüm bu eleştirilere cevap niteliğinde bir dizi yayınladı: Bir Başkadır. Görünen o ki, önümüzdeki birkaç yıl bol psikoloji içeren yapıtların yükseliş dönemi olacak. “Kırmızı Oda” ve “Masumlar Apartmanı” ile başlayan bu serüvende “Bir Başkadır” dizisinin yolun başında çıtayı çok yukarılarda bir yerlere koyduğunu hissettim. Son on yıldır Türk dizileri bize bizim olmayan hikayeler anlatıyordu. Ne iş yaptığı bilinmeyen zengin insanlar, lüks evler, konaklar, sonsuz kaynaklar, sonsuz entrika ve sonsuz çarpık ilişkiler… Tüm bunlar toplumsal gerçeklerimize uzak, tamamen kitleleri tüketici bir davranış modeline yönlendiren, aynı zamanda da her türlü gerçeklikten uzaklaştıran, aynı tornadan çıkmış projelerdi. Umarım “Bir Başkadır” ve benzeri yapımlarla başlayan bu süreç bireysel ve toplumsal uyanışımızın da başlangıcı olur. Bu noktadan sonrası “Bir Başkadır” dizisini izlememiş olanlar için SPOILER içerir. Eğer hala izlemediyseniz izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

Uzmanlık alanım olmamasına rağmen dizinin oyuncu kadrosunun rollere yerleştirilmesinin, çekimlerinin, müziklerinin ve oyunların performansının gerçekten başarılı olduğunu düşünüyorum. Uzmanlık alanıma giren kısımlarla ilgili olarak da kendi görüşlerim ve bakış açımı da dahil ederek birkaç hususa değinmek istiyorum:

“Ne zaman kapalı biri gelse öfke hisleri geliyor… Başı kapalı dediğin öcü gibi bir şeydi annem için.”

Bu cümleyi Psikiyatrist Peri, dizinin ana karakteri Meryem ile olan ilk seansından sonra, süpervizörü Psikiyatrist Gülbin’e bir türlü baş edemediği bir duygusunu anlatmak isterken sarf ediyor. Peri; Robert Kolej mezunu, tatillerini hep yurt dışında geçiren, laik hayat tarzını benimsemiş, Halk Tv izleyip Yılmaz Özdil’i takip eden ailesiyle birlikte yalıda yaşayan bir “beyaz Türk”. Meryem ise genç, güzel, akıllı ama sosyoekonomik düzeyi düşük, tahminen ilkokul mezunu ve hayatını kazanmak için gündelikçilik yapan kapalı bir kız. Meryem’in sebepsiz bayılmaları son dönemde yoğunlaşınca doktoru onu psikiyatriste yönlendiriyor. Ve böylece toplumun iki uç kesimini temsil eden karakterlerimizin yolları kesişiyor.

Peri bir psikiyatrist olarak danışanıyla önyargısız, yakın bir ilişki kurmak zorunda. Hem meslek etiği hem de olgun tarafı böyle yapması gerektiğini söylüyor. Ama Meryem’in başörtüsü Peri’nin önünde psikolojik bir duvar oluşturuyor. İşin dramatik tarafı bu Peri’nin ebeveynlerinden (özellikle annesinden) istemsiz olarak miras aldığı bir şema. Yani Peri de bunun yanlış olduğunun bilişsel düzeyde farkında. Hatta dizinin ilerleyen kısımlarında Peri birkaç defa Meryem’e lapsus yaparak eski hizmetlilerinin (ki eski olduğunun bile farkında değil, Hazal işi çoktan bırakmış, başka bir hizmetlileri var.) adıyla sesleniyor. 

Peri’nin durumu zamanında toplumsal bir çözüme ulaştırılamamış ve gerilimi boşaltılamamış bir meselenin nasıl nesiller arası aktarıldığını gösteriyor. Böyle sorunlar zamandan ve mekândan bağımsız olarak genetik bir özellik gibi insanla yaşıyor. Ve eğer çözüme ulaştıramazsak bizden sonraki nesillere de aynı şekilde aktarılacak. Eğitimli olmak, bilişsel olarak özgürlükçü olmak ve bunu sık sık söylevlerde dile getirmek ne yazık ki konuyu çözmüyor. Esasen konunun her iki tarafı için de duygusal boşalım ve diyalog gerekli. Hatta tek taraflı olarak bile konunun bir noktaya taşınması veya çözüme yaklaştırılması yeterli değil. 

Mesela, Perilerin evinde bir duvar resmi var. Bu resimde kölelik dönemi Amerika’sında yaşayan köle siyahi kadınlar (başları kapalı) resmedilmiş. Aslında evlerinin en güzel yerinde böyle bir resme yer vermeleri o kölelerin anılarına saygı duyduklarını, acılarını bugün bile paylaştıklarını simgeliyor. Fakat gerçek hayata döndüğümüzde yanlarında çalışan kadının ismini bile bilmeyecek ve umursamayacak düzeyde onu “kimliksizleştirmiş” durumdalar. Ona maaş ödüyor olmaları, hak ettiği gibi davrandıkları anlamına gelmiyor. İşin aslı, o tablodaki köle siyahilerle onların hayatındaki başı kapalı kadınlar benzer statüde! 

Belki de bu ve benzer sebepler ülkenin son yirmi yılının siyasi iklimini belirledi ve toplumsal birliğimize tamir edilmesi zor yaralar açtı. Birçoğunun kendi tercihi bile olmayan hayat tarzı ve yaşam koşulları nedeniyle ötekileştirildiği kalabalık kitleler, hiçbir zaman Peri’nin annesinin temsil ettiği değerlerine ve hayat anlayışına yönelmediği gibi onlardan uzak durmayı da tercih ettiler. İster adına sağ-sol diyelim ister laik-muhafazakâr diyelim, toplumun farklı kesimleri arasında geçirgenliği büyük ölçüde kaybettik. Gelinen noktada toplumun büyük bir kesiminin genel olarak söylevlerini makul bulmalarına rağmen oy tercihlerini değiştirmemelerinin altında yatan en önemli unsur yıllarca aşağılanmış hissetmeleri ve kaybolan güven duygusudur. Bunu aşmak için de ilk yapılması gereken taraflar arasında geçirgenliği (bilgi, duygu, deneyim paylaşımı) yeniden kurmaktır. 

“Onlar güçlü. Onlar çoğunluk. Biz kendi ülkemizde bir akvaryumun içindeyiz.”

Ve seansın sonuna doğru, bence dizinin en açık ve net tespitlerinden birini bu kelimelerle yapıyor Peri. Bu cümle esasen, bugün muhalif kitlenin merkezini oluşturan ve bu kitleye düşünsel olarak öncülük etmeye çalışan bir grubun hissettiği ama dillendiremediği şeyi açık açık milyonlara söylüyor. Hatta bu cümlenin anlattığı onlar için öyle bir tabu ki, aydınları, önderleri, medyası bile bu konuya girmekten imtina ediyor. Sanki bunu konuşmak, diğer tarafın kesin zaferini kabul etmekmiş gibi davranıyorlar. Oysa bu hissin yok sayılması ve sorunun dışsallaştırılması çözüme bir katkı sunmuyor. Hatta kişileri kendine ve topluma yabancılaştırıyor. Nitekim Peri seansın ilerleyen kısımlarında Peru’ya yaptığı bir yolculuktan bahsederken dilini bile bilmediği insanlara kendini ne kadar yakın hissettiğini vurgulayarak aslında özünde aynı dili konuştuğu insanlara ne kadar uzak olduğunu (bilinçdışı) anlatıyor.

Süpervizyon seansında Meryem’in temsil ettiği toplumun güçlü çoğunluğu olarak gördüğü gruba karşı olarak duygusal boşalım yaşayan Peri, seans çıkışı bekleme odasında çok saygı duyduğu süpervizörü Gülbin’in “başı kapalı” kardeşiyle karşılaşınca inanılmaz bir gerginlik ve suçluluk duygusu hissediyor. Yüzleşmekten kaçındığı, hasta-doktor ilişkisi bile kuramadığı bu insanların onun güvenli alanına (süpervizörünün ofisi) kadar girmiş olması ve her şeyini paylaştığı insanın kardeşi olması onu inanılmaz sarsıyor. 

“35 sene önce gebe annemin karnına o tekmeyi kim attıysa bugün de birileri atıyor… Kim sürüklediyse buraya bizi, yerimizden yurdumuzdan edip, 35 sene önce… Atanın yüzü değişiyor, adı değişiyor ama birileri bir yerlerde yiyor o tekmeyi…Ve sen benim kardeşim, 35 sene önce o tekmeyi yiyen kadının evladı, o içerideki garibin kardeşi, bugün kim atıyorsa o tekmeyi gidip ayaklarının altını öpüyorsun. Görmüyor musun? Nasıl bu kadar sağır olabildin? Görmüyor musun? Bizi nasıl birbirimize düşürdüklerini?”

Psikiyatrist Gülbin Kürt bir aileden geliyor. Anne ve babası hala geleneklerine çok bağlı. Ablası varlıklı, modern Müslüman imgesi altında asimile olmuş, erkek kardeşi ise yukarıdaki diyalogdan anladığımız kadarıyla annesinin hamileliğin erken döneminde aldığı karın darbesinden dolayı serebral palsi hastası. Gülbin ise iyi eğitimli, modern ve kendi yolunu çizmiş, yalnız ve güçlü bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. 

Gülbin’in alanında uzman bir doktorun tavsiyesiyle erkek kardeşine uyguladığı bir tedaviden dolayı ablasıyla arasında var olan huzursuzluk dayanılamaz boyuta ulaşıyor. Tahminen zorunlu göçe maruz bırakılan ailenin küçük çocuğu bir devlet yetkilisinin tekmesiyle bu hale gelmiş durumda. Gülbin yaşadığı veya yaşayamadığı her şeyi mevcut biat kültürüne dayalı devlet sistemine atfetmiş. Ve ablasının varlıklı modern Müslüman kimliği ona riyakâr geliyor. Yine coğrafyamızın bir gerçeği olan zorunlu göçün yarattığı travmayla baş etmek için kardeşlerden biri her türlü otoriteye baş kaldırırken, diğeri kurtuluşu otorite ile özdeşleşmekte bulmuş.

Bir gün iki kardeş salonda baş başa beklerken abla Gülbin’i tahrik ediyor ve saç baş yolmalı bir kavgaya tutuşuyorlar. Ancak Gülan Gülbin’i saçlarından tutarak bir köşeye sıkıştırırken, Gülan başörtülü olduğu için bu kadın kavgasında Gülbin çaresiz kalıyor. Ve ablasına onu bırakması için yalvarıyor. Bu fiziksel yakınlaşma ve enerji boşalımı sonrasında Gülbin dayanamıyor ve ablasına “Biz nasıl bu hale geldik?” gibisinden yukarıdaki cümleleri sarf ediyor ve ona “Beni duy” dercesine bakıyor. Ama ablası tam o anda kardeşini duymak yerine, dua etmeye başlayarak onu görmezden geliyor. Bunun üzerine Gülbin’de tekrar gardını alarak ablasına “Amin, amin” diyerek onunla dalga geçiyor. 

Muhtemelen zorunlu göçün travmasıyla birlikte her biri tabir-i caizse kendi dünyalarında kaybolmuş aile bireyleri bir sahnede babanın hasta oğlu için yaktığı Kürtçe ağıt ile birlikte tekrar ortak noktalarına odaklanıyorlar ve hep bir ağızdan benzer duygular içinde ağıta eşlik ediyorlar. Aslında sadece bir ağıt birbirinden milyonlarca ışık yılı uzaklıkta olan iki yıldız arasındaki bir solucan deliği gibi tüm zaman ve mekânı bükerek insanları bir araya getirmeye yetebiliyor. Bu da her daim ortak bir noktanın, bir iletişim yolunun olduğunun güzel bir canlandırması olmuş. 

“Karanlık tarafına teslim olmuş bir siyasetçiyi biz göreceğiz, biz anlayacağız. Yani onu biz tanıyacağız, orada o kararı biz vereceğiz. O kendini göremez.”

Hilmi, Meryem’in mahallesindeki caminin, dini öğretilerin yanı sıra insan doğası üzerine okumayı ve düşünmeyi seven imamı. Hatta dizide sık sık Carl Jung’ın kitaplarından alıntılarla çevresindekileri aydınlatmaya çalışıyor. Meryem’e ilk görüşte âşık olan Hilmi, bir gün fırsatını bulup onunla otobüs durağına kadar yürürken ona da fikirlerini açma ihtiyacı hissediyor. Esasen cebindeki hediyeyi Meryem’e verme stresiyle baş etmeye çalışan Hilmi konuyu bir anda yukarıdaki cümle ile günümüz siyasetine kadar getiriyor. 

Diyaloğun devamında Hilmi “Kaynak çok Meryem… Hepsi bizim için, insanoğlu için çok kıymetli fikirler, çok değerli bilgiler var ama hepsi kömür treni gibi çuf çuf çuf geçip gidiyor. Kimse yüzüne bakmıyor.” diye günümüz toplumuna derin bir eleştiri getirirken Meryem de “Her şeye yetişmeye de gerek yok zaten.” diye kendi temsil ettiği grubun olaya bakış açısını net bir şekilde özetliyor. İtaat kültürüyle yetişen ve sürekli abisi tarafından toplumdaki konumu hatırlatılan Meryem, her gün bindiği otobüsün rotasını bile sorgulamıyor. Sadece numarasını biliyor. Aslında bu tavır ne kadar da tanıdık değil mi? Hala ülkemizde seçmenlerin büyük çoğunluğu oylarını sadece partilerinin amblemlerine bakarak veriyorlar. Onların rotasını, nereye gittiklerini, nasıl gittiklerini sorgulamıyorlar. Meryem nasıl tüm seyahati otobüsün şoförüne bırakıyor ve onu varmak istediği yere ulaştıracağına inanıyorsa, büyük bir grup seçmen de aynı hislerle bir liderin peşinden gidiyor. Fakat sorun şu ki, bindikleri otobüs rotasından saparsa bunu yol bitinceye kadar anlayamayacaklar!

Tam da bu sırada Hilmi yukarıdaki kelimeleri sarf ediyor. Jung’a göre “gölge” bilincimizde olmayan, bastırdığımız, inkâr ettiğimiz tarafımız. Herkesin gölgesi var. Ancak gölgemizi tanırsak ve bilincimize çıkarırsak bizi yönetmesine izin vermemiş oluruz. Peki ya hepimiz adına karar verenler gölgesine teslim olmuşlarsa ne olacak? Başka bir tabirle, siyasete kişisel meseleler egemen olmuşsa ne olacak? İşte burada Hilmi diyor ki, bunu o insan fark edemez. Bunu fark etmek bizlerin sorumluluğu. Bu kısacık yürüyüş boyunca ikili arasındaki diyalog günümüz Türkiye’sinin siyasi çıkmazına ve o çıkmazın nasıl aşılabileceğine dair kendince bir vizyon ortaya koymuş oluyor ve herkesi sorumluluk almaya davet ediyor. 

O an Hilmi’nin dediklerinden hiçbir şey anlamamış gibi görünen Meryem’in Hilmi’nin hediye ettiği çokomeli yavaş yavaş, her zerresini hissederek yediğini görüyoruz. Aslında bu Hilmi’nin ektiği düşünce tohumlarının Meryem tarafından içe alındığı (introjekte edildiği) anın metaforik yansıması. Nitekim bundan sonra Meryem’in Peri ile diyaloğunda da zihninin, algısının açıldığını net bir şekilde görüyoruz.  

“Bir Başkadır” sadece bireyin değil, toplumun da psikolojisine değinen, düşünülmeyenleri düşündüren; konuşulmayanları izlettiren bir yapıt olmuş. Dizi sadece politik psikolojik ögeleri işlemiyor. Bireysel travmaların, ikili ilişkilerin, toplumsal sınıfların olabildiğince çıplak bir gerçeklikle analiz edilmeye çalışıldığı bir eser. İlk fırsatta dizi hakkındaki diğer notlarımı da sizlerle paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Global olarak dönüşen dünyaya ayak uydurmaya çalıştığımız böyle sancılı bir dönemde böyle bir dizi ile karşılaşmak beni ziyadesiyle heyecanlandırdı. 

2 replies »

  1. Tebrik ederim. Çok başarılı yorumlar. Faydalandım. Arttırarak devamını dilerim. Muzaffer Ayanoğlu.

    Beğen

Yorum bırakın